15 Eylül 2010 Çarşamba

Kabuk

Bu sefer yaralarla başa çıkma yöntemimi değiştireceğim.
Çocukken sürekli düşerdim. Dizlerimdeki yaralar kabuk bağlar bağlamaz, yine aynı yerin üstüne düşüp, kabukla yarayı harmanlayıp, yine kabuk bağlamasını beklerdim. Kabukları yavaş yavaş yerinden çıkartmayı denerdim saatlerce. 3-5 yıl kabuk eksik olmadı dizlerimden...
Bu bir alışkanlık oldu heralde, büyüdüm ama hala kabuk tutmuş yaraların üzerine düşmeyi, kabuklarımı tırnaklamayı bırakamadım. Zamanla kalbimde kabuk tutmuş yaralar olduğu zaman, kabuğu birden çekip, 3-5 gün feryat ederek ağlama, sonra da yaranın iyileşmesini seyretme konusunda uzmanlaştım. Halbuki şimdi anlıyorum, o kabuklar iyileşme sürecini yavaş yavaş besliyor. Verdikleri rahatsızlık, sonradan yarada iz kalmaması için çekilmesi gereken geçici bir durum. Ben çocukken dizlerime, büyüdükten sonra da kalbime bir sürü iz kazandırdım o kabukları yerlerinden çekerek.
Bu seferki kabuk çok büyük.. Tırnağımı atmayı denedim, çok acıyor. Etimle bütünleşmiş artık. Kopartamıyorum.. Bu sefer kabukla iyileşmem gerekecek, her gün rahatsızlığını hissederek, her gün biraz daha kabullenerek. 3-5 günlük durmadan ağlamayı, her gün 10 dk ağlama şeklinde yaşayacağım. Her gün kendini hatırlatacak kalbimdeki bu kabuk. Sarılırken sızlıycak içim.
İzleyeceğim bu sefer.. Bakalım ben tırnaklamadan kabuk nasıl yok olacak..

15 Haziran 2010 Salı

İyi-Kötü

İnsanların kötü zamanlarında yanlarında olmanıza, hatta bir tek sizin yanlarında olmanıza rağmen, iyi zamanlarını sizlerle paylaşmamaları ne acaip değil mi?

Benim böyle bir hikayem var. Aslında benim böyle bir çok hikayem var da.. Ne hikmetse en sonuncu hep en hayret vericidir..

Evet, ben onun yanındaydım, tüm herkes ona karşıyken.. Herkes onun yanlış yaptığını düşünürken.. Herkes onun beni istediklerini elde etmek için kullandığını düşünürken.. Daha da kötüsü bunu söylerken.. Hem bana.. Hem birbirlerine..

Ben onun yanındaydım, tüm Dünya ona karşıymış gibi gelirken.. Her şeyin düzeleceğini, çok mutlu olacağını, bunu hakettiğini, ona inandığımı söyleyerek.. Gözlerindeki öfkeyi, neşeye çevirmek için kalbimi ortaya koyarak..

Ben onun yanındaydım, gün gelip artık yanında olmayacağımı bilerek.. Haketmediğini bilerek..

O zamanlar, geleceklerine onu inandırmaya çalıştığım tüm mutluluklar geldiler.. Yanında değilim, yanımda hiç değil..

Şimdi düşünüyorum... Severek ve inanarak, ilişkilerini ve arkadaşlıklarını feda ederek "yanında olmak", dostça bir teşekkürü haketmiyor mu?

Şikayetim yaradana.

4 Mayıs 2010 Salı

DGP: 1.Bölüm

Basil'in Dorian'ın portresini yaptığı bölüm. Lord Henry ile konuşmaları..
  • Metafor'u düşünürsek: Burda Wilde hayalinde canlandırdığı ideal kişiliği oluşturuyor. Kafasında bir ideal oluşturuyor ve o ideal bilinçaltında yaşamaya başlıyor.
  • Yaptığı portreyi sergilemek istemiyor. Bu sanatçıların çok başına gelen bir şeymiş. (referans vermem gerekiyor biliyorum (: ). Yaptığı esere kendi varlığının derinliklerindeki unsurları aktardığı için, başkalarının eseri görmesi, sanatçının başkalarına çıplak görünmesi gibi bir şey. Bölümün ilerilerinde "yüreğimi onların mikroskoplarının altına asla sermeyeceğim. Portrede benim özbenliğpimden çok şey var, Harry, gereğinden çok!" diyor. Ne kadar benzeşir bilinmez, ama ben de günlüklerimi ve şiirlerimi kimse okusun istemem, sadece benim içindir. Benim kendimi çözümlememdir çünkü. Bu yüzden tabloyu sergilemek istememesini anlıyorum.
  • "Ressam, "Beni anlamıyorsun, Harry", diye karşılık verdi" ile başlayan ve "Tanrı'nın bu bağışları yüzünden hepimiz acı çekeceğiz, hem de büyük acılar" ile biten paragraf: Sıradan olmanın, sıradışı olmaktan daha kolay olduğu anlatılıyor. "Aptallık, mutluluktur" sözünü destekleyen bir açıklama var. Aynı fikirdeyim, ama aptal olmamayı tercih ederim :)
  • Henry: "Doğal olmak da yapmacıklıktan başka bir şey değildir, hem de yapmacıklıkların en sinir bozucusu bence" diyor. Bu cümleyi çözemiyorum.
  • Basil: "Kendimizdeki kusurları başkalarında görmeye hiçbirimiz dayanamayız" diyor, ne kadar doğru..
  • Henry: "..bir fikrin değeri ile bunu ileri süren kişinin içtenliği arasında hiçbir bağlantı yoktur" diyor.. Yok mudur acaba?
  • Basil: "Öyle bir çağda yaşıyoruz ki herkes sanata bir tür özyaşamöyküsü gözüyle bakıyor" diyor. Kitap yazıldığı dönemde ahlaksızlığı (o zamanlar = eşcinsellik) övmekle suçlanmış. Ben bu cümleyi Wilde'ın okuyucuya, yazdıklarının bir sanat olarak algılanması gerektiğini; gerçek yaşamdan ayrılarak daha derinden değerlendirilmesi gerektiğini anlatma çabası olarak görüyorum. Olaylar, karakterler, vs'e takılmayıp, arkalarındaki fikirlerin yakalanması gerektiğini anlatmaya çalışmış. Yani kitapta ressam Dorian'a aşıksa, bu kitabı okuyup, aktarmak istediğine aklını açması için eşcinsel olması gerekmiyor insanın.
  • Henry: "Eksiksiz bilgi sahibi adam: çağdaş ideal budur" diyor. Gerçekten de kitabın yazıldığı zaman ve bugün; bilgi sahibi olmak çok övülen, takdir edilen ve teşvik edilen bir şey. Bu bilgi sahibi olma yönlendirmesinin, özellikle çocuklarda, manevi gelişimin 2.plana itilmesine neden olduğunu düşünüyorum. "Çok erdemli adam", "gönül gözü açık" gibi övgüler çok çok az .. "ÖSS 1.si", "Ortalaması 3.99" gibi övgüler ise gırla gidiyor.
  • Henry: "Aşkta sadık olanlar aşkın yalnızca uçarı yönlerini bilirler; aşkın trajedilerini bilenlerse vefasızlardırlar" diyor. Hiç, hiç anlamadım..
  • Henry: "Her sınıf, kendi yaşamları açısından bir zorunluluk olmayan erdemlerin önemi üstüne atıp, tutacaktı" diyor. Komik :))

21 Nisan 2010 Çarşamba

DGP: Giriş

Kitapta 3 ana karakter var, Ocar Wilde'ın kendi deyişiyle:
Basil Hallward: olduğunu sandığı kişi (BEN)
Lord Henry: olduğunu sandıkları kişi (MASKE)
Dorian Gray: olmak istediği kişi
Tüm kitap boyunca bu metaforu düşündüm ve zaten eğlenceli olan konuşmalar, daha da eğlenceli bir hal aldı :)

GİRİŞ Bölümü başlı başına, kitaptan ayrı olarak tartışılması gereken bir bölüm zaten.
"Ahlaka uygun olan ya da uygun olmayan kitap diye bir şey yoktur. Kitap denen şey ya iyi yazılmış ya da kötü yazılmıştır. Hepsi bu."
Bu çok doğru. Cümledeki "kitap"ları "sanat" yapabiliriz ve daha da anlamlı olur gibi. Benim kendi sanat tanımım: "insanların birbirlerine direk iletişim yoluyla -yazılı,sözlü- anlatamadıkları duyguları anlatmak için yaptıkları şey". Yani "kelimelerin kifayetsiz kaldığında başvurulacak iletişim yöntemi". Sanat, onu izleyene bir şey ifade eder veya edemez; iyi olup olmadığı da buna göre değerlendirilebilir. Ama ahlaka uygun olmak veya olmamak söz konusu değildir, bir tür iletişim yoludur çünkü. İletilen şeyin ahlaka uygun olup, olmadığı sorgulanabilir. Bir de sanat, hayatın ve sanatçının algılayışının aynasıdır. Ahlaksızlık hayatın ve insanların bir parçasıdır, sanat sadece bunu yansıtır. Bu yüzden benim anlayışıma göre "ahlaksız sanat" diye bir şey anlamsız.

8 Nisan 2010 Perşembe

Budo no Seishin - CEPA, Ankara

Son birkaç sabahdır eskişehir yolundan işe ulaşmaya çalışırken sol taraftaki refüjde şu reklamı görüyorum: Budo no Seishin - Japon Savaş Sanatları Ruhu Sergisi, CEPA AVM'de ..-.. Nisan arası. (Tarihleri hatırlayamıyorum, zaten gözüm de bozuk, bu kadarını okuduğuma şükür sabah sabah)

Eski bir Aikido-ka olarak çok gitmek istedim.

Dün gittik...

Hissettiğim şeyi en hafif şekilde ifade etmem gerekirse - hayalkırıklığı - diyebilirim. Son derece düzensiz yerleştirilmiş, hiç bir çekiciliği olmayan panolara, küçük puntolarla yazılmış bir takım alışılmış cümleler. Sergilenen eşyaların bir düzeni, ne anlam ifade ettikleri, vs gibi bilgiler yok; kaçıncı yüzyıldan olduklarına dair bilgiler bile yok. Starwars'dan fırlamış gibi renkli, abartılı miğferler.. Başka da hiç bir şey yok. Kendo kıyafeti giydirilmiş bir kaç manken dışında, bir zamanlar içimde yanan Budo ateşini kıvılcımlayacak hiç bir şey yok!

En azından bu acemi sergiye "Budo no Seishin" demeselerdi keşke.. Çünkü değil, Japon Savaş Sanatları Ruhu; hiç bir ruh yok.. Ruh olmadığı gibi estetik, düzen, sunum, vs.. hiç bir şey yok. Üzülerek söyleyim ki: Bu serginin bu şekilde açılması, hiç açılmamasından daha zararlı olmuş. İnsanlar adına aldanıp, veya tesadüfen bu sergiyi gezdikleri zaman; bir daha "Japon" ve "Savaş Sanatı" dendiği zaman hafızalarına aldıkları bu komik şeyleri hatırlayacaklar ve ilgilenmeyecekler.. Halbuki bizim ülkemizde "Japon" dediğiniz zaman herkes ilgilenir, herkeste bir merak uyanır. Ya elektronik ürünlerine, ya arabalarına, ya aksesuarlarına, ya da bizim gibi savaş sanatlarına ve felsefelerine.. Bu sergi bu merakları bir anda söndürüveriyor maalesef..
Hicapla kınıyorum.

Not: Aikido'nun nasıl bir savaş sanatı olduğunu merak ediyorsanız, http://www.aikido.com.tr/ 'den öğrenebilirsiniz. Bu vesileyle Dünya'nın en tatlı Sensei'si Mustafa AYGÜN'e de saygılarımı sunuyorum.

Sabahları iş biraz daha geç başlayamaz mı?

Yarabbim,
Bu nasıl bir işkencedir ki, kullarını saat 8 gibi yataklarından söküp, 9 gibi bir binaya tıkıyorlar.. Gözlerini açamayan zavallı insanlardan iş bekliyorlar bir de.. Saat 9:30'a toplantı falan koyuyorlar.. Hangi vicdana, hangi insanlığa sığar bu, sana soruyorum... Konuyu senin incelemene ve takdirine bırakıyorum...

Ey Ahali,
Son genetik araştırmalar göstermiştir ki, insanların biyolojik etkinlikleri farklı saatlerde çalışır. 2006 yılında yayınlanan bir bilimsel makaleye göre insanlar (makaleye bağlantı vermeyi öğrenir öğrenmez vereceğim), vücutlarının ve kafalarının çalışma saatlerine göre 2'ye ayrılırlar. "Sabah insanları" ve "akşam insanları".. Bunlara "HOROZ"lar ve "BAYKUŞ"lar da diyebiliriz, deniyor da zaten bütün dünyada, ben de bunları kullanacağım. HOROZ'ların vücutları ve kafaları, sabahın ilk ışıklarıyla çalışmaya başlıyor, 1-2 saat sonra (yani sabah 8 gibi) normal çalışma hızlarına erişiyorlar ve işlerine gittikleri zaman nefes almak, gözlerini açmak, okuduğunu anlamak, cevap vermek, vs gibi konularda zorlanmıyorlar. Bu insanların akşam saat 7-8 gibi de biyolojik etkinlikleri yavaşlıyor ve en geç 11 gibi uyuyorlar. Eğer kendilerini zorlarlarsa veya alıştırırlarsa çok az daha geç uyuyabiliyorlar. Ama BAYKUŞ'lar öyle mi... BAYKUŞ'ların biyolojik etkinlikleri sabah 10 gibi açılmaya başlıyor, tam 12'de normal çalışmaya başlıyor. Akşam saat 12'e kadar vücutları ve kafaları tam hız çalışıyor; 2-3 gibi de uyuyorlar.

Şimdi buradaki haksızlığa dikkat çekmek isterim.. İş saatleri ne zaman? Sabah 8-9, akşam 5-6 !!! Yani kime uygun??? HOROZ'lara.. İşte.. sabahları şişmiş ve çizgi haline gelmiş gözlerini açmaya gayret eden, siz heyecanla "Günaydın!" dediğiniz zaman "hünaadınn" diye birşeyler geveleyen, sabahları genellikle bilgisayara sabit bakan, böyle bir durgunluk, bir süngerleşmiş hal, bir hülyalı bakışlar.. İşte onlar biziz: BAYKUŞ'lar!! HOROZ'ların dünyasına kendimizi adapte etmeye çalışıyoruz.

Mesela ben tam ivme alıyorum, harika çalışmaya başlıyorum, mesai bitiyor! Sabahları geri planda -stand by-dayım, kaşlarım birbirilerine ulaşmaya çalışırcasına çatık, günaydın deyince sinirleniyorum, sakin olmaya çalışarak cevap veriyorum. Bu ne canım?!? Sabahları ben hala uyuyorum ey insanlar, benden 11'e kadar normal bir tepki beklemeyin. 11'e kadar yokum..Sabahları neşeli olan, yerinde duramayan, şarkılar söyleyen, gülümseyen HOROZ'lar.. Sabahlarda bizim için neşelenecek bir şey yok, sinirimize gidiyorsunuz; sabah oldu diye seviniyorsanız, sevincinizi bizden uzakta bir yerde yaşayın..

Aslında iş saatlerinin insanların biyolojik aktivite saatlerine göre ayarlanması çok ütopik bir şey değil. Mesela Danimarka'daki bir grup çalışan, bu bilimsel makaleye dayanarak, iş saatlerinin tip 1- HOROZ ve tip 2-BAYKUŞ çalışanlara göre yeniden düzenlenmesini istemişler.. Veeee başarılı da olmuşlar.. İnanması zor ama, bazı memleketlerde yasal düzenlemeler, bilimsel verilere de dayanabiliyor.. İlginç :)) Aynı makalede, BAYKUŞ'ların aslında daha zeki oldukları, çünkü hayatları boyunca HOROZ'lara ayak uydurmak için günde ancak 4-5 etkin saatlerini kullanarak aynı işi çıkardıkları da belirtiliyor. Şiştiniz mi HOROZ'lar..:))

BAYKUŞ'lara yapılan zulümler durdurulsun.. HOROZ'ların ayrıcalıkları ellerinden alınsın.. BAYKUŞ hareketi engellenemez!!

12:00 - 12:10 İş yeri - yeni uyanan bir Baykuş'un isyanı..